Sinemanın babaları diye bilinen Lumiere Kardeşler, 1897’de Paris’te bir sinema salonu kurmuşlardı. 1902’de Los Angeles’te bir sinema salonu daha kuruldu ve biraz şans biraz da Amerikan tüketiminin doruk yılları olan 1900’lü yılların etkisiyle de zamanla Los
Angeles, Batı sinemasının merkezi hâline geldi.
Sinemanın dünya üzerinde gelişmesinin önündeki en önemli engel kurgunun, yanianlatının olmamasıydı. O zamana kadar “olanı” anlatan sinemacılar, sessizliğin de verdiği rahatlıkla yeni oyuncular bulmak zorunda kalmamışlar ancak bunun sonucu olarak, herhangi
bir oyuncuyu ünlü yapamamışlardır. Fransız Georges Melies, sinemada kurgu tekniğinin ilk geliştiricisiydi. Biraz kurmaca, biraz illüzyon katarak çektiği filmler büyük ilgi görmüştür.
Bütün bu gelişmelere rağmen yüzyılın başlarında sinema endüstrisinin liderliği hiçbir ülkede değildi. Almanlar rejim propagandası için, İngilizler çekmesi gereken yüzde beşlik kota için film çekiyordu. İtalyanlar ise çok geride kalmıştı. Ancak Fransızlar ve Amerikalılar sanayileşme yolunda çok büyük adımlar atıyordu. Bu çekişmede, Amerikalılar, liderliği kaptı ve Amerikan sinema devrimi başlamış oldu. 20 yy.ın ilk yarılarına, bir anlamda kurgunun gelişimine kadar “anlatı”, sinemanın
geri planda kalan bir ögesi oldu. Bir hikâye anlatmaya yönelik ilk dönem filmlerinin en iyilerinden biri, Edwin Porter’ın “The Great Train Robbery” (Büyük Tren Soygunu, 1903) filmidir. On dakika süren tek makaralık bu film, on dört sahne içinde bir tren soygununu, ardından kaçışı ve soyguncuların yakalanışını anlatır.
İngiltere’de ise daha 1901’de “Fire” adlı kurgulu bir film yapılmıştı. Fransa’da Georges Melies muhtemelen dünyanın iki makara uzunluğundaki ilk filmi “Voyage a
Travers l’Impossible”ı çekmiş, 1912’de ise Sarah Bernhardt’ın başrol oynadığı dört makara uzunluğundaki “Queen Elizabeth” çekilmişti. İtalya’da Enrico Guazzoni’nin yönettiği “Qua Vadis”, bunun iki katı uzunluğundaydı ve seyircilerin bir iki dakikadan fazla oturmayacaklarını düşünenler yanılmıştı. Yine İtalya’da Giovanni Pastrone’nin üç saatlik filmi “Cabiria” çekildi. Böylece sinemada bir gece geçirmek tiyatroya gitmenin alternatifi olmuştu.
Bu aşamada sinema endüstrisi tek bir ülkenin egemenliği altında değildi. Birinci Dünya Savaşı’na değin bu böyle sürdü. Gelişmeler Amerika’da olduğu kadar Avrupa’da da aynı hızla sürüyordu ve sinema bir anlamda serbest bir pazardı. Filmler sessizdi ve hiçbir dil engeli yoktu. Birçok ülke film ithal ettiği kadar üretip ihraç ediyordu. Star sistemi henüz yoktu. Bilinen ilk sinema oyuncusu olma özelliği gösteren kişi, kariyeri pek de parlak olmayan ve 1920’lerde yıldızı sönen Florence Lawrence’dir.
Yüzyılın başlarında Amerika’nın büyük kısmı İngilizceyi iyi konuşamayan göçmen nüfustan oluşuyordu. Bunlar için sinema, tiyatro ve kitaptan daha önce geliyordu. Hatta sessiz sinema ve basit öyküler bu kitlenin ilgisini çekiyordu. Amerika’da sinemaya olan talebin büyümesinde 1917’ye kadar dışında kalmaya çalıştığı savaşın katkısı da büyük oldu. 1914 ve 1918 yılları arasında Avrupa’da, film yapımı sürse de pek öncelik taşımıyordu. Amerika da ithalattaki düşüşü karşılamak ve kendi üretimini artırmak zorunda kaldı. Bu on yılın sonunda Hollywood, New York’un yerini alarak bu endüstrinin merkezi olmuş ve Amerika dünya pazarında söz sahibi olma yoluna girmişti. 1920’lerde Amerika, film üretiminde dünyada lider durumundaydı denilebilirse de sinemanın bir sanat biçimine dönüştürülmesine katkısı pek yoktu diyebiliriz. Ancak bu tarihlerde Hollywood’un elinde Charlie Chaplin gibi son derece yaratıcı bir sanatçı vardı.
Sesli sinemanın büyük bir hamle yaptığı 1930’lu yıllar süresince Hollywood dünya sinemasının başkenti hâline geldi ve birçok kaliteli film üretti. Frank Capra, John Ford filmlerinin yanısıra William Wyler , “Çıkmaz Sokak” (1937), “Jezebel” (1938), ve “Ölmeyen Aşk”ta (1939), sanat gücünü ortaya koydu. Chaplin’in “Asri Zamanlar”ı yaptığı dönemde ünlü çizer Walt Disney de canlı resimleri gerçek bir sanayi hâline etirdi. Biryandan Mickey ve Donald dizilerine devam ederken öte yandan “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” (1938) gibi uzun metrajlı filmler gerçekleştirerek canlandırma sinemasına bütünüyle egemen oldu. İkinci Dünya Savaşı’ndan güçlenerek çıkan tek ülke olan ABD, “dünya liderliği” ve sosyalizmin çökertilmesi yolundaki çabasında sinemaya (Hollywood’a) önemli görevler biçmişti. Batı Avrupa’nın ekonomik anlamda güçlendirilmesini ve “Amerikan yaşam tarzı”nı benimsemesini hedefleyen Marshall Planı, buna iyi bir örnektir. Fransa’nın Nazi işgali altında olduğu yıllarda iktidardaki Vichy Hükümeti, Hollywood yapımı filmlerin ülkeye girmesini yasaklamıştı. Alman işgalinin sona ermesinden hemen sonra, ABD ordusunun psikolojik savaş bölümü, yeni gösterime girmiş dört yüzden fazla Amerikan filmini, Fransa’da dağıtılması için Amerikan dağıtım şirketlerine teslim etmişti.
ABD, Marshall Planı çerçevesinde savaş borçlarının silinmesi ve maddi yardım hak etmesi için Fransız Hükümeti’ne kilit sanayi kollarında kendisine ayrıcalık tanınmasını istemişti. Bu antlaşma 28 Mayıs 1946’da imzalandığında, ayrıcalık istenen kilit sanayi kolları listesinde sinema endüstrisi de bulunuyordu. Bu müdahale tavrı, Fransa’yla sınırlı kalmadı İtalya, İngiltere ve Almanya da pastadan payını aldı. Bir süre Hollywood sinemasına karşı dayanan ulasal sinemalar, bir süre sonra etkinliklerini yitirerek Hollywood’a yenik düştüler.Kökleri daha öncesine dayanan ama özellikle 1960’lı yıllarda ivme kazanan “siyasal sinema”, sinemaya yalnızca dolaysız olarak siyasallığı sokmakla kalmayıp, sinemanın daha1920’lerde özellikle Sovyet sinemacılar tarafından atılmaya başlanan kuramsal temeline de
ciddi katkıda bulundular. Fransa’da Chaiers du Cinema dergisi etrafında gelişen ve “Yeni Dalga” akımında somutlanan Avant Garde hareketin yanı sıra, İtalya’da varolan muhalif kültür ögelerini kullanarak sinemada “gerçekçilik”i geliştiren “Yeni Gerçekçilik”, bunlara
paralel olarak kuramsal bir yapı üzerinde şekillenen yeni İngiliz sineması “Free Cinema” ve Amerika’da Hollywood’a tepki olarak gelişen “Yeni Hollywood” bunlara sunulabilecek en iyi örneklerdir. Bu dönemde, ticari ilişkileri reddeden, sinemayı bir seyirlik eğlence olarak değil,
zihinsel bir etkinlik, entelektüel bir üretim olarak gören ve Hollywood sinemasının getirdiğiestetik kalıpları “zedeleyen” bir sinema tarzı ön plana çıkıyordu. Hollywood sineması kendigeleneği üzerinde varlığını sürdürürken, alternatif-muhalif sinema da Hollywood ilişkilerinin dışında kalmış bir sinemayı kendisine dayanak noktası yapıyordu. Hollywood sineması bugün de geçmişte olduğu gibi açıktan siyasal-ideolojik mesaj vermez. Kendi ideolojisini
seyirciye dolaylı yollardan ve farkettirmeden benimsetmeye çalışır.1.2. ABD’de Sinemanın Emekleme Dönemi Savaş yıllarında sinema dünyası büyük bir durgunluk yaşadı. Ince, Sennett, Chaplin,
Griffıth, gecikmeyle işe başlayan Amerikan sinemasının aradaki açığı kapatmasına yardımcı oldular. Avrupa’da başlayan savaş, Birleşik Amerikanın savaşın son yılına kadar yansız kalması bu açığın kapatılmasını daha da kolaylaştırdı. Bir anlamda Avrupa sinemalarının çoğu büyük bir bunalıma düşerken Amerikan sineması dünya pazarında üstünlüğünü duyurma fırsatını buldu.
Bir yandan o güne kadar gelişmiş kurumlardan Metro ve Goldwyn kurumları birleşmiş, Paramount ve First National önemli kurumlar haline gelmiş, bir yandan da oyuncuların 1919’da kendi aralarında kurduğu Birleşmiş Sanatçılar (United Artists) çalışmalarına başlamış ancak sanatçıların arasındaki çekişmeler yüzünden istediklerini gerçekleştirememiştir. Amerikan sineması bu dönemde Amerikalı yönetmenler, (King Vidor, John Ford, Charlie Chaplin) ile Avrupa’dan Amerika’ya göç eden (Erich Von Stroheim, Joseph
Sternberg gibi) yönetmenlerle bütün dünya piyasasını tuttu.
Savaştan sonra ise stüdyo sistemi gerilemeye başladı. Bunun başlıca nedenlerinden biri antitröst yasalarının stüdyoların dayandığı yapım ve dağıtım tekellerini zayıflatmasıydı. Bazı stüdyolar finansman güçlükleri yüzünden gösterişli müzikaller ve tarihsel filmler yerine küçük bütçeli filmlere yöneldiler. Böylece toplumsal bilinç sineması olarak adlandırılan ve savaş sonrasının düş kırıklıklarına, ırkçılığa, alkolizme, gerçek polisiye olaylara değinen filmler çekildi.
20.yy.ın ilk çeyreğinden itibaren Amerika ve Avrupa sinemaları arasındaki fark oluşmaya başlamıştır. Amerikan sineması kâr amacı güderken, Avrupalılar sinema sanatını geliştirmeye devam etmiştir.
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA AMERİKAN SİNEMASI Televizyonun Yaygınlaşması Karşısında Amerikan Sineması Savaş yıllarında sinema dünyası büyük bir durgunluk yaşadı. Genellikle savaşı değişik yönleriyle tanıtmayı ve cephedeki ordulara moral vermeyi amaçlayan filmler çekildi. Dönemin başlıca önemli filmleri ABD’de Frank Capra’nın “Neden Savaşıyoruz” adlı belgesel propaganda dizisi, Orson Welles’in bir basın kralının yaşamı üzerine kurulu başyapıtı “Yurttaş Kane” ve John Ford’un “Gazap Üzümleri” ile Tay Garnett’in “Postacı Kapıyı İki Defa Çalar” adlı yapıtlarıydı. İngiltere’de aynı dönemde Noel Coward’ın senaryosunu yazdığı “Kısa Görüşme” ve “Denizler Hakimi “gösterime girdi. SCB’de Ayzenştayn, “Aleksandr Nevski” ve “Korkunç İvan”ı, Sergey ve Georgi Vasiliyev “Çapayev”i çektiler. 1950’lerde ABD’nin önemli filmleri arasında George Stevens’ın “Vadiler Aslanı” ile Elia Kazan’ın “New York”ta yoksul işçi çevrelerinin ve rıhtım gangesterlerinin yaşamını anlatan “Rıhtımlar Üzerinde”si sayılabilir. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcook özellikle banyodaki soluk kesici cinayet sahnesiyle tanınan “Sapık” adlı gerilim filmini aynı dönemde çekti. Hollywood’un altın çağı, 1950’lerde televizyonun ortaya çıkıp da sinemaları seyircisiz bırakmasıyla söndü. Sinemanın inişe geçmesinde etkili olan önemli bir faktör televizyonun yaygınlaşmasıydı. Hollywood sinemaskop, Vista Vision gibi geniş ekran uygulamalarıyla, üç boyutlu filmlerle ve üstün yapımlarla televizyonun rekabetine dayanmaya çalıştı. Öte yandan televizyon filmlerinin etkisiyle küçük bütçeli, siyah beyaz gerçekçi filmlere bir dönüş yaşandı. 1960’larda ise stüdyoların çöküşü ve “Yapım Yönetmeliği”nin geçerliliğini yitirmesiyle birlikte küçük, bağımsız şirketlerin etkinliği arttı. Yapımcılar izleyiciyi yeniden sinema salonlarına çekebilmek için teknolojik yeniliklerden yararlanmaya çalıştılar. Özel gözlüklerle izlendiğinde üç boyutlu görüntü etkisi yaratan filmler ilk kez o dönemde ortaya çıktı. Bu buluşun beklenen başarıyı sağlayamaması üzerine, sinemaskop adı verilen büyük görüntü uygulamasına geçildi. Görüntünün enini, boyunun 2,5 katı olarak verebilen sinemaskop filmler izleyicileri yeniden salonlara çekmekte başarılı oldu. ABD’de “Oklahoma”, yeniden çekilen “On Emir” ve “Ben Hur” gibi tarihsel ve dinsel konulu filmler, müzikaller, westernler çekilmeye başlandı. Bunlar çok sayıda oyuncunun ve gösterişli dekorların kullanıldığı masraflı yapımlardı. Sinemacıların bu çabalarına karşın, 1950–1960 yılları arasında televizyonun hızla yaygınlık kazanması, sinema izleyicisinin önemli ölçüde azalmasına ve büyük film şirketlerinin çökmesine neden oldu. Bu durum sinemacıları büyük bir arayışa yöneltti. 1960’ların sonlarına doğru ABD’de Arthur Penn, Sam Peckinpah, Robert Altman, Dennis Hopper, Stanley Kubrick gibi yönetmenler Hollywood’un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi konulardaki kalıplaşmış sinema anlayışının dışına çıkan filmler yaptılar. Yeni, değişik üsluplar ve teknikler kullandılar. Gençliğe yönelik çekilen bu filmler sinemaya gençleri kazandırdı. Sydney Pollack’ın 1929 Büyük Dünya Bunalımı’nın insanların üstündeki etkisini çok çarpıcı bir biçimde yansıtan “Atları da Vururlar”, Arthur Penn’in “Bonnie ve Clyde”, Stanley Kubrick’in “2001 Uzay Yolu Macerası”, Sam Peckinpah’ın “Kahraman Binbaşı” ile “Vahşi Belde” gibi etkileyici filmleri ekrana geldi. 1970’lerde ve 1980’lerin başlarında son derece etkileyici ses ve görüntü efektlerinin kullanıldığı heyecan dolu serüven ve bilimkurgu filmleri çekildi. George Lucas’ın Yıldız Savaşları ile Steven Spielberg’in insanlara saldıran dev bir köpekbalığının kovalanmasını konu alan gerilim filmi “Jaws”, “Kutsal Hazine Avcıları” ve dünya dışından bir yaratıkla çocukların kurduğu dostça ilişkiyi anlatan “E.T.” adlı filmleri gişe rekorları kırdı ve olumlu eleştiriler aldı. ABD’de o dönemde çekilen filmlerin maliyeti inanılmaz boyutlara ulaştı. Örneğin 1987’de bir filmin ortalama maliyeti yaklaşık 18 milyon dolardı. Bu tür filmlerin yanı sıra Robert Altman, Michael Cimino, Francis Ford Coppola, Martin Scorsese ve Milos Forman gibi yönetmenler toplumsal sorunları konu alan filmler çektiler. Bunlar arasında Altman’ın savaş karşıtı komedisi “Cephede Eğlence”, Cimino’nun Vietnam Savaşı’nı konu alan “Avcı”, Scorsese’nin ABD’de şiddete yönelik eğilimi ele alan “Taksi Şoförü”, Coppola’nın, “Baba” ve “Kıyamet”, Forman’ın, “Guguk Kuşu” adlı yapıtları sayılabilir. Hollywood’da McCarthy Dönemi Savaş yıllarında ABD’li sinemacılar savaşın değişik cephelerini tanıtan filmler yaptılar. Savaştan sonra ise stüdyo sistemi gerilemeye başladı. Bunun başlıca nedenlerinden biri antitröst yasalarının stüdyoların dayandığı yapım ve dağıtım tekellerini zayıflatmasıydı. Bazı stüdyolar finansman güçlükleri yüzünden gösterişli müzikaller ve tarihsel filmler yerine küçük bütçeli filmlere yöneldiler. Böylece toplumsal bilinç sineması olarak adlandırılan ve savaş sonrasının düş kırıklıklarına, ırkçılığa, alkolizme, gerçek polisiye olaylara değinen filmler çekildi. 1947’de Amerika’ya Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komitesi’nin “komünist etkiler”i araştırmaya başlamasıyla birlikte karalama ve temizlik kampanyaları Hollywood’u da içine aldı. Uzlaşmayı reddeden sinemacılar çalışma olanağından yoksun kalırken, yenilikçi düşüncelerden ve tartışmalı konulardan uzak kalmaya özen gösteren tutucu filmler çekildi. Savaşın sonunda ABD sineması, tutucu hükümetin filmlere uyguladığı yoğun sansürle birlikte “Hollywood 10”ları olarak anılan sekiz senaryo yazarı ve iki yönetmenin kara listeye alınmasıyla karşı karşıya kaldı. Bir ihbar salgını başlamıştı. Pek çok sanatçı ABD’ye karşı yıkıcı etkinliklerde bulunmak ve komünist olmakla suçlandı. Suçlananlar arasında bulunan Charlie Chaplin, büyük bir beğeni kazanan “Sahne Işıkları”nı yaptığı yıl ülkeyi terketti. Televizyonun hızla gelişmesi ve McCarthy’nin başını çektiği “Cadı Avı” nın Hollywood dünyasını kasıp kavurduğu bir dönemdi. Yapımcılar izleyiciyi yeniden sinema salonlarına çekebilmek için teknolojik yeniliklerden yararlanmaya çalıştılar. 1955’ten sonra TV ile sinema birlikte yeni bir yaşama biçimi geliştirecekti. Bir yandan sürdürülen komünist avı, E.Dmytryk ve Dalton Trumbo gibi yetenekli yönetmen ve senaristlerin hapse atılıp uzun sürelerle işsiz kalmalarına yol açtığı gibi Joseph Losey ve Carl Foreman gibi önde gelen sanatçıları da İngiltere’ye göçe zorladı. Hükümet soruşturmalarına karşın Bogart ve Zero Mostel gibi oyuncuların aktif protestosu da Chaplin, Katherine Hepburn ve John Huston gibi star oyuncu ve yönetmenlerin muhalefeti de Hollywood’u uzun yıllar silemeyeceği bir lekeden kurtaramıyordu.
Comments